8 Eylül 2016 Perşembe

28 Ekim 2014 Salı
MUTLU İNSANLAR ÜLKESİ İRLANDA ( Ht Hayat'ta çıkan yazıdır )




“Ağlama artık ne ay varken ne de sis Sevgili duygusal yavrum” James Joyce’un bu dizesi İrlandalıların ruhsal durumunu anlamak için yeterli. Yıllarca mezhep savaşları (din) ve bağımsızlık mücadelesi vermiş bir millet.
 Yılın yaklaşık 270 günü yağan yağmur gözyaşlarını gizlemek için bir şans. Ama uzun süredir karamsar ya da mutsuz değiller. Ne sis, ne de dolunay mutsuz ediyor onları. İngilizler hava bozukken kötü olabilirler ama İrlandalıların böyle bir şansı yok. Her gün hava ile ilgili espri yapmaktan zevk alırlar ve bu durum onları eğlendirir. Şemsiye vazgeçilmezleri arasında… Ama bizdeki gibi bunu fırsat bilip, naylon şemsiye satan seyyar satıcıları yok. Aslında neredeyse hiç seyyar satıcı yok sokaklarda. Özgür hissetmek isteyen İrlandalılar yağmura aldırmadan ıslanıyorlar. İrlandalılara yağmurdan şikayet ederseniz alacağınız cevap bellidir; “Publara yağmur yaaz”. Pubların önemi oldukça büyük. Hemen hemen her şeyi publarda yaşıyorlar. İnsanların sosyalleştiği yer publar. Pubların en önemli özelliği ise; insanların eşitlendiği; bir bakıma sosyal eşitliğin sağlandığı mekanlar olmaları. Sınıf ayrımı, sosyal statü yok. İnsanlar publarda tamamen eşit.



 İrlandalıların ataları Keltler, bir rivayete göre ise barbar Vikingler. Anadolu’da Galatlar olarak biliniyorlar. Yeni Cuma anlaşmasına kadar ülkede karışıklık ve ölümler bitmemiş. Patates kıtlığı ise yaşadıkları diğer büyük acı olay. Patates kıtlığı zamanında Osmanlı İrlanda’ya gemilerle yiyecek yardımında bulunmuş. Çok sıkıntılı zamanlar yaşadıklarından olsa gerek, hallerinden memnun ve mutlular. Herkes işini severek yapıyor ve gülümsüyor. İslam inancındaki her hale, her duruma şükretme Hıristiyan olan İrlandalılarda vücut bulmuş durumda.




  Dublin Dublin; iki nehrin birleştiği gölü (havuzu) andıran bir bölgede bulunuyor. Kent adını da bu özelliğinden almış. Dublin kelime anlamı olarak karanlık göl (havuz) anlamına geliyor. Dublin kalesinin bahçesi tam da bahsettiğim bu kara gölün bulunduğu bölge. Yemyeşil bir alan… Mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri!






 Dublin; Unesco tarafından edebiyat şehri ilan edilmiş üç şehirden biri. Nasıl olmasın ki? James Joyce, Oscar Wilde, Bernard Shaw, Samuel Beckett, Edmund Burke, William Russell, Jonathan Swift, Thomas More aklıma gelen yazarlar. Dublin’in evleri iki katlı, Jorch tarzı evler. Giriş kapılarının üzerinde yelpaze şeklinde camları mevcut. Güneşi daha iyi almasını sağlarken, girişi de ışıklandırmaya yarıyor. Bazı evlerin duvarları kırmızı, yeşil sarmaşıklarla sarılmış. Muhteşem bir görüntü oluşturuyor.

 Tarihi binalar oldukça fazla. Kendinizi şehrin mimarisine kaptırırsanız 1800'lü yıllarda yaşadığınızı düşünebilirsiniz. İrlanda’da hiç yılan yok. Halk St Patrick’in yılanları ülkeden kovduğuna inanıyor. St Patrick ülke için önemli bir din adamı. Çünkü Hıristiyanlığı ülkeye getiren ve yayılmasını sağlayan kişi… Saint Patrick Günü her yıl 17 Mart'ta kutlanan İrlandalılara ait bir gün. Sokaklar ve insanlar yeşile bürünüyor. Özellikle üç yapraklı yonca Saint Patrick’i ve İrlanda’yı temsil ediyor. Dublin’e yolu düşen herkesin Saint Patrick kilisesini ziyaret etmesini tavsiye ediyorum. Viski ve Guinnes Ülkede elma ve orman meyveleri dışında meyve yetişmiyor.
   

 Çok fazla patates tüketiliyor. Herhangi bir yemeğin yanında ekmek değil mutlaka bir tür patates getiriliyor. Püre, salata, haşlama vb. Biraları ve viskileri meşhur. Dünyada viskiye wiskey denilen tek ülke İrlanda. Eğer bir viski şişesinin üzerinde “wiskey” yazıyorsa o viski İrlanda’da üretilmiştir. Kırmızı ve siyah biraları meşhur. Ale olarak yazılan, eyl diye okunan ve sıkça bulmacalarda çıkan biraları da oldukça çok tüketiliyor. Guiness marka siyah biraları, Jameson marka viskileri çok meşhur. Guiness rekorlar kitabının çıkış yeri yine İrlanda. Sürekli publara giden adamlar hemen hemen her konuda iddiaya giriyorlarmış. Şu adam Dublin’in en uzunu , şu adam en zayıfı gibi. En sonunda çıkan tartışmaların önüne geçebilmek için bir defter tutulmaya başlanmış. (1950) Günümüzde halen Guiness rekorlar kitabı tutulmaktadır.

  Boykot kelimesinin vatanı Boykot kelimesi de İngilizceye İrlanda toprak savaşı sırasında gayrimenkul kira vekili olan Captain Charles Boycott'un soyadından girmiştir. 1880'de hasatların düşük olması yüzünden Lord Erne, Topraklarında çalışan halka %10 indirim yapmayı teklif eder. Eylül ayında kiracılar yani çalışanlar %25 indirim olması için protesto ederler ve Erne bunu geri çevirir. Bu sırada Boycott 11 kiracının işine son verir. Charles Stewart Parnell, Ennisdek bir konuşmasında, açgözlü kiravekilleri ve toprak ağalarıyla olan mütabakatlar sırasında halka bu insanlarla iletişimlerini kesmelerini ve onları bir bakıma aforoz edercesine yok saymalarını önerdi. Bunu üzerine Boycott kendini tamamen izole bir halde buldu. İşçileri çalışmaz, yerel işadamları onunla ticaret yapmaz hatta postacı bile postalarını getirmez olmuştu. The Times'ın Boycott kelimesini kullanmasıyla birlikte bu durumun adı dünya çapında meşhur olmuş ve fiil olarak yerini almıştır.

 Dünyanın en kalabalık ilk mitingi Dublin’de yapılmıştır. 1 milyon hristiyanın katıldığı mitingin yapıldığı yer, bugün Dublin şehrinde bulunan Phonex Park’tır. Ziyaret ettiğinizde miting alanının olduğu yerde büyük bir haç göreceksiniz. Tam o hacın olduğu yerde Daniel O Connor 1 milyon kişiye seslenmiştir. Daniel O Conner’ın anısı cadde ve sokak isimleri ile yaşatılmaktadır. İrlanda’nın ilk simgesi “harp”tır. Kelt kültüründen gelmektedir. Milli çalgıları olarak da bilinir. Diğer simge ise şans getirdiğine inanılan üç yapraklı yoncadır. İrlanda bayrağındaki sembol yıllarca harp olmuştur. Fakat yaşanan mezhep savaşları sona erdiğinde; yeşil, beyaz ve turuncu renklerden olaşan bugünkü bayraklarını kullanmaya başlamışlar. Bayraktaki yeşil Katolikliği, turuncu Protestanlığı, beyaz ise iki mezhep arasındaki barışı ( adaleti) temsil etmektedir.

  Mangan adında dünyada çok bilinmeyen milli bir şairleri vardır. James Clarence Mangan’ın en önemli özelliği Trinity College’in kütüphanesinde kendi kendi Türkçe öğrenip, Türkçe şiirler yazmış olmasıdır. Mangan Türkiye’ye hiç gelmemiştir fakat gelip görmüş gibi şiirler yazmıştır.

 “Lâ ilâhe, illallah!
  Kuşlar gibi neşeli uçtuk
  Biz: Emrâh, Osman, Perizâd; Güldük, şakalaştık ve seyrettik.
  Şarap, güller, neş’e, türkü söyledik.
  Bütün şöhretlerden vazgeçtik.
  Altın ve mücevhere değer vermedik hiç.
  Lâ ilâhe, illallah!
  Boğaziçi, Boğaziçi
  Bize engel olmadı
  Her gün neş’e içinde Yeşil Boğaziçi’ni
  Bir yelkenliyle geçtik”

                     
            

Bir Hayalin Gerçek Oluşu

 Ben “İçimizdeki İrlandalı” sözünün vücut bulmuş haliyim. Yıllarca İrlanda’ya gitme hayali kurdum. Saçlarımı İrlanda kızılına boyadım. Ülke ile ilgili tüm filmleri izlemeye çalıştım. Tüm belgeselleri izledim. Müziği, yemek kültürü hakkında araştırmalar yaptım. Yeterli bilgiye sahip olduğumu düşünüyordum fakat yukarıda anlattıklarımın hiçbirini gidip, görmeden öğrenemedim. Benim İrlanda’ya olan ilgim aşk, macera türünde romanlar yazan İrlandalı yazar Maeve Bincy (ki kendisi 2 yıl önce vefat etti) ile başgösterdi. Tam 7 yıl bekledim sonunda hayalim gerçek oldu. Hayal kurmak yetmiyor, harekete geçmek gerek. Ertelememek gerek çünkü zamanın bizim için ne zaman duracağını bilmiyoruz değil mi? Dublin havaalanına indiğim an itibariyle her dakikadan inanılmaz zevk aldım, sürekli gülüyordum. Genelde karamsar ve detaylarda sıkıntı bulan biri olan beni, Dublin etkisi altına aldı ve yağmur yağarken gülmeyi öğretti. Eğer siz de kabarık elbiselerin giyildiği dönemlere, kalelere, şatolara, uçsuz bucaksız yeşile, tarihe, yaşanmışlıkların şehre yansımasına, folklorik dansa, publara (içki içmeye) meraklı iseniz Dublin’i ziyaret edin.

Yazı: Güler Ok

4 Şubat 2014 Salı

Siyah Koyun

Yorulmak, yılmak ile sabır, şükür arasında sıkışıp kalmışım. Sabrı yaşayarak, şükrü azla yetinerek büyüdüğümden doğal olarak öğrenmiş biriyim. Ama insan orta yaşlılığa yaklaştıkça o gençlikteki herşeyi  çar  çabuk bir yere bağlama ve sıradaki gelsin deme durumundan uzaklaşıyor. Bir sürü şeyden şikayet edebiliyorum on saniye içinde ve yarım saniyede –ama halimize şükürler olsun diye kapatıyorum konuyu. Dilde tabi. Yürek ile beyin el ele vermiş sorguluyorlar. Sonuca varamadıklarını yorgun beden ve ruhun ilacı uykuya gitmek için çabaladığımda anlıyorum. Koyun sayamıyorum, siyah koyun geliyor gözümün önüne çitin önünde öylece durup bana bakıyor. Hayal kuramıyorum tam odaklandığım anda bir planım geliyor aklıma detaylara dalıyorum. Sonra o ismi olmayan adam beliriyor. Fonda  “Iamx – Kingdom Of Welcome” çalıyor. Ben merdivenlerden iniyorum o adamın eline tutmuşum sımsıkı. Eteklerim uzun değil engel olmuyor bana. Yalnız ışıklar gözümü aldığından doğal gülemiyorum. En iyisi diyorum o adamın yüzüne bakayım . Bir dönüyorum adamın yüzü yok. Avucumdaki sıcaklık, ışıklar, müzik… Hepsi kayboluyor zihnimden. Başladığım yere geri dönüyorum. Saate bakıyorum şimdi  uyusam toplamda üç saat uyumuş olacağım diyorum. Yastıkla samimiyeti ilerletirken uyuyakalıyorum niyahet. Çalar saatin inadı beni yeniyor ve yorgun beden, bezgin bir ruh ile yeni güne başlıyoruz. Kahve fayda etmiyor ayık kalmaya ama siyasetin diriltici bir tarafı var bu aralar. İki köşe yazısı, bir kaç ana haber başlığı sinirleri zıplattığı için  bir patlama yaşıyor insan.

 Zorbalığın ülke selameti için meşru görüldüğü, yolsuzluğun “–aman kim yapmadı ki? “ye bağlandığı, yargının failleri yargılama hakkının iktidarın tekelinde olduğu, kolluk kuvvetlerinin belli bir zümreyi koruyan güven timine döndüğü, ölümün kol gezdiği ama asla sorgulanamadığı, yandaş değilsen karşı taraf veya vatan haini ilan edildiğin, eğitimin ücretsiz olduğunu iddia ettikleri için üniversiteye ödediğin harç dekontuna garip garip baktığın, maaşının artmadığı ama herşeyin zamlandığı , en azından işsiz değilim diye avunduğun ( üniversite mezunu olsan bile ) , inancın ne olursa olsun – aman en iyisi kenarda durayımda bana dokunmayan yılan bin yaşasın dediğin, tüm garipliklerin doğal algılanmaya başlandığı,  -acaba hangi ülkeye kaçsam ? diye içten içe düşündüğün, zulme ya da haksızlığa karşı tavır alıp/ üzülürken bile etiketlendiğin,  ne sağcıyım ne solcu  sadece insanım dediğinde yüzüne garip bakılan bir ülkede yaşarken üç saat uyku ile günü geçirecek olmak işten bile değil. 


 Yinede bir Orhan Veli şiiri gelince hatra ;
“Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra”… mutlu oluyor insan.


 Ben alırım sırt çantamı yeni bir yer keşfederim. Fotoğraf çeker,gezerim. Rahatlarımda ya ülkem? Benim yalnız , güzel, cennet ama cinnetin eşiğinde ülkem ne yapar? O zamanda Behçet Aysan’ın sözü gelir aklıma  “Göğe merdiven kurup, arayacağım yeniden mutlu düşler ülkesini” . Bir gün bulacağız inanıyorum. İnanmak istiyorum. Uyumak istiyorum, bağırmak istiyorum, isyan etmek istiyorum, yürümek istiyorum. İstiyorum işte. İstemek bedelsiz nasıl olsa.

4 Ocak 2013 Cuma

VAROLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI



    Bu yaşıma kadar fazla kilolarımı tartılarak fark etmedim ben..Ne giydiğim giysilerin bedenime olmaması, ne terazideki uçuk rakam..Aslolan bedenimin bana ağır gelmesi.Kışın hareket kabiliyetimizi kısmen de olsa kaybetmemiz artı kilolar olarak bize geri dönüyor.Hele mesai saatleriniz benimkisi gibi dengesiz ise..Eve geç gidip , aç uyuyabilmek ayrı bir beceri istiyor.Ben yapamıyorum.Bir meyve ya da  yoğurt ile doyanları kıskanıyorum."Diyet yap" dediğinizi duyar gibiyim.Ama maalesef kansız iseniz vücudunuz diyet yapmanıza müsaade etmiyor.Sürekli bir şeyler yiyerek gücünüzün geri geleceğini düşünüyorsunuz.Sonuç; güç kısa sürelik geri geliyor ve hoop gelsin kilolar..Hele hele kan şuruplarının bedeninize armağan ettiği fazla kilolar artık sizin bir parçanız oluyor ve gitmiyorlar.Kansızlık kadınların %90 nında mevcut.Kimisi fark edecek kadar ağır yaşıyor kimi ara ara halsizlik çekerek..Tavsiyem kan yapıcı yiyecekler tüketin ki; kan şurubu içecek duruma gelmeyin..Tüm bunlar alemin fiziksel boyutunda bedenimizin bana ağır gelmesiyle varolmamın dayanılmaz ağırlığı ile ilgili idi.

   Bir de işin manevi boyutu var ..

  İnsan ruhuyla , maneviyatıyla varolur aslında..Fikirleri , düşünceleri , kararları vardır.Hayatına müdahale ediliyor olsa bile son kararları verecek ya da kendisine diretilen şeyi kendince yorumlayacak özgürlüğe her zaman sahiptir.Düşünen bir varlık olan insanın ara ara varolmanın dayanılmaz ağırlığı ile yüzleşip bunalması normaldir.Kimimiz bunu bir dost ile aşar kimimiz mükemmel ebeveynlerimiz sayesinde kimimiz çok zekidir kendi başına halleder kimimiz aşkla kimimiz bizi diğerlerinden ayrı kılan özelliklerimizle aşarız.Kimimiz aşamayız ve toplumun dışına itilen deliler oluruz ( ki ben delileri normal insanlardan daha dürüst bulduğum için daha çok severim).Profesyonel olarak delilerle ilgilenenler, deli denmesine çok kızarlar deli değil akıl hastası.Aman aklınızda bulunsun. Kimse deli doğmaz değil mi ? Kimsenin kötü olarak doğmadığı gibi.Sebeplere bakmak lazım en çokta o güne gelene kadar yaşanan sürece.Ve kimsenin ömrünü akıllı olarak sonlandıracağının da garantisi yok.Yargılamadan ya da dışlamadan düşünmek lazım.Ben mesela bir ara “acaba deliriyor muyum?” diye düşünmüştüm.Öyle bir ince çizgi ki.Zihniniz engel olamadığınız şekilde size hükmettiğinde ya da sürekli aynı düşüncelerle köşeye sıkıştığınızda her biriniz kendinize sormuşsunuzdur “deliriyor muyum?”..Yok yok o kadar kolay değil korkmayın.Peki nasıl korunacağız delirmekten? Bilmiyorum.Bildiğim kendimi uzman bile olsa başka birine tamamen açmayacağımdır.Doğru olanı yaptığımı iddaa etmiyorum.Hala akıllıyım.Bence insan zihnini kalbine emanet ederse delirmekten kutrular.Tabi kalbe emanet edilen hayat size dışarıdan “manyak bu” denmesine sebep olabilir.Varsın olsun ziyanı yok.Ben kalbin yanlışa götürdüğüne inanırım fakat insanı yok edecek kadar zarar vereceğine inanmam.Zaten ne zaman köşeye sıkışsak bizi sevdiğinden emin olduğumuz yani kalbimizin seçtiği kişileri aramaz mıyız?

  Benim kendimi ruhsal açıdan tedavi ettiğim belli şekiller var. Seyahat etmek mesela. İnanılmaz özgür hissettiriyor .Ne biriktirdiyseniz içinizde döküp saçıp sonra geri toplayıp dönüyorsunuz.Bir diğeri kitap okumak ya da film izlemek.Başka hayatları daha masrafsız keşfedip , kendi hayatınızı gözden geçirmenizin iyi yollarından.Son keşfim ise bir şeylerin olmasını çok istediğim halde olmadığını gördüğümde elimde olup da yapmadığım şeylerin listesini yapıp kendimi aşmayı seçtim.Düşüncesi bile beni kısa süreli depresyonumdan çıkarmaya yetti.

 Bir liste yapın.. Aslında gerçekleştirdiğinizde (ki buna gücünüz vardır ) hayatınızı , hayata bakışınızı olumlu yönde değiştireceğini bildiğiniz şeyleri yazın..Sonra planlayın en çabuk gerçekleştirebileceklerinizden en imkansıza doğru..Kolay olanları gerçekleştirmeye başladığınız inanılmaz bir güç toplamış olacaksınız. Yorulmaz, yılmasanız başarmanız işten bile değil. Daha mutlu daha özgüveniniz yüksek bir şekilde yaşamaya devam edebilirsiniz.

 Mühim olan kalbinizin size ağır gelmemesi.Herşeyden önce kalbinize sahip çıkın ve akabinde beyninize..O zaman hayat daha kolay gelecektir..

 Var olduğumuz sürece yapacak bir şeyler her zaman vardır..

19 Kasım 2012 Pazartesi



Aşk hesap işi midir?

 Bazen cevabını bilmediğiniz soruları yüksek sesle tekrar edersiniz..Fakat cevabını bulmak soruyu sormaktan daha zordur, cesaret ister.Geriye kalan denemektir..”Yıllar geçse de üstünden bu kalp seni unutur mu? “ şarkısını bolca tekrar etmeye başladığınız anlarsınız ki aşk biraz da hesap işidir..Yüreğinizin unutamadığı aşk ; hesabın kapanmadığı aşktır..

  Peki nasıl görülür bu hesap? Yürek her zaman doğruyu söylemez ama doğru zamanlarda ıslatır yanakları..Düşünür aşkın başladığı ya da yarım kaldığı yeri tasavvur edersiniz..Bir zamanlar kaçmak istediğiniz sokaklar , parklar , kafeler , üniversite kantini , oturduğunuz öğrenci evi sizi çağırır..Gel ve hesabını gör benimle derler..

  Peki soyut bir duygunun somutça görülür mü hesabı ? Yaşamadan bilmek zor..Neye inanarak bu şekilde hareket ettiğimi bilmiyorum..Ama aşkın başladığı , yarım kaldığı , acısını yaşattığı yer beni çağırıyor..Gideceğim..

  Hazır mıyım ? Bilmiyorum. Yüzleşeceğim duvarlar , sokaklar , mekanlar dilsiz olacak..Seslenende ben o sese cevap verende ben olacağım..Zaten aslında işin hesabı kalbimde ve beynimde görülecek..Yine de gitmek lazım..

  Peki bu hesaplaşma kimin umurunda? Sadece benim.. Sadece benim zaten canı yanan , geçmişse takılıp keşke diyen..

  Gri bir şehrin geniş ama gösterişsiz sokaklarında aklım daha başımda bir şekilde dolaşacağım..Fotoğraf çekeceğim..O sokaklar nasıl değişmiş, yenilenmiş belki de tanınmaz hale gelmiş göreceğim..Bana yeter artık diyecekler belki..Ve ben takılıp kalanın sadece kendim olduğumu anlayıp ileriye bakacağım belki..

  Belkilerle yaşamayı da bilmem aslında.Ama denemeye değer değil mi?

  Valizim hazır değil yüreğim kadar..Yol götürecek ben gideceğim..Geriye dönerken mutlu ve ileriye bakan biri olmayı diliyorum…

  Güç bende artık ..Çünkü bu hesap sadece aslında sadece kendimle..

8 Ağustos 2012 Çarşamba

MASKELİ BALO


Yanlışları görüyorum gün ışığı yardımıyla...


Sislerle büyülenmiş sahte gülücükler diyarındayız.

Yalancı denizimin de dediği gibi maskeli yüzler etrafımızda.



Her birinin kilitli çeyiz sandığı misali yaşamaktan korktuğu

ya da sürekli özlemini duyduğu bir hayatı var.



Sandık açılınca kiminden gül, kiminden nergis kokusu,

kiminden küflenmiş hayat kokusu,

kiminden eskimiş şarap kokusu yükseliyor.



Her şey aynı boşlukta yuvarlanıyor.

Küçücük, portakal kabuğu tadında farklar dışında.



Çoğu, bilinmezlik içinde bilgelik oynuyor,

kimisi babasının verdiği topaçla meşgul.

Sonuçta hepsi gerçeklerin bir iki adım gerisinde.

Herkes birbirinden açık kıçına gülüyor.

Arkasına bakmayı bilmediğinden...



Yitirilmiş umut, hayat ve sevinci aradıkları yer yanlış, hepsinin de...



Yine o mükemmel hata rol oynuyor: Doğruyu yanlış yerde arama.



Burada ve her yerde ne Polyannacılık,

ne kral çıplak diye haykırılan gerçekçilik,

ne de Yılmaz Güney gibi devrimcilik fayda eder.



Fayda verecek tek şey ebedi yalakalık.



Bir maskeli balodayız hepimizin kıçı birbirinden açık

Güler OK





7 Ağustos 2012 Salı

AMASRA




Her insan bir şehir aslında..Bazen trafiği yoğun kafası karışık bazen tepesinde kara bulutlar karamsar bazen güneşin kavurduğu kızgın bazen hüzne teslim olmuş sağnak yağışlı..



Karadeniz’in batısında yarımada şeklinde uzanan kıyı beldesi Amasra her şehirden bir özellik almış karma bir şehir ..Herkesin emeklilik hayali sahil kasabası..Denizden ne çıkarsa yerim diyenler için taze balık çeşitleriyle ideal..Büyükşehirden bunalanların haftasonu kaçabileceği yer.. Ve tabiki romantik aşk hikayeleri içinde eşi bulunmaz bir belde..Güneşin batmasıyla birlikte duygular değişiyor..Yari yanında olan iyice sokuluyor, sarılıyor.Aklında olan hemen arıyor ..Gönlünde olan uzaklara bakıyor gözleri nemli.. Kumsalda ayaklarınızı suya sokarken bir yandan gitar eşliğinde müzik dinleyebilirsiniz..



Fatih Sultan Mehmet 17 Ekim 1460’ta Amasra kalelerini Cenovalılar’dan aldığında buraya Çeşm-i Cihan dünyanın gözü adını vermiştir. Aynı adla oldukça nezih ve lezzetli menüler sunan bir restaurant büyük limanda misafirlerini ağırlıyor.. Bir rivayete göre Amasra ile Bartın arasında bir tepeden aşağıya bakan Fatih Sultan Mehmet “dünyayı görmek isteyen buradan bakacak” demiş o zamandan bu zamana kadar şirin seyir tepesinin adı Bakacak Tepesi olmuştur.



Şehrin adıyla anılan hem göze hem damağa hitap eden salatası oldukça meşhur..Balık yemenin kaçınılmaz olduğu Amasra’da salatasını da muhakkak tadmalısınız..



Amasra kalesi şehri birbirine bağlayan taş köprünün karşı kıyıya vardığı yerde başlayıp uzun bir alanı kaplamakta..Kalenin gece ve gündüz görüntüsü görülmeye değer.. Kale surlarının üstlerinde pansiyonlar, evler , kafeler var.. İyice tepeye çıktığınızda güzel bir seyir tepesine varıyorsunuz..Ağlayan ağaç sizi karşılıyor..Hikaye bu ya kışın ağacın ağladığı yazın ise kuruduğu söylenmekte.Ama güzelim ağaç kendisini görmeye gelenlere satış yapan bir büfe tarafından hapsedilmiş durumda..



Amasra’yı bir çok insan Barış Akarsu ile tanıdık..Barış Akarsu Amasra adlı şarkısında “ hava ile su ile güneş ile bütün şehir” diyerek şehri kendi uslubunca övmüştür..



Amasra’yı



Toprak kokan şehir

Deniz kokan şehir

Sevda kokan şehir



diye anlatan Barış Akarsu’yu rahmetle anıyoruz..



Tekrar güzel hikayelerle gelmeyi diliyorum bekle beni Amasra..





15 Kasım 2011 Salı



Özgür Şehir


Bir zaman tutsaklığın, bir zaman hükümranlığın beşiği olan şehir...
Şehir; nazlı, mızmız. Şehir; karmaşık, düğümlü.Şehir; müsvedde, pervasız.
Şehir; lafazan, asalak. Şehir; kamuflaj, rota. Şehir; ambar, kalkan. Şehir;
hercai, özgür.


İstanbul...
Özgürlüğümün kenti, özgür kent. Hani uzun süre kullanıldığında, bağımlılık
yapan. Dışında kalınca, sanrılar görülen, titrenilen. Hani fazla
kullanıldığında bulantı yapan. İçine işleyince, sancılar çektiren, kıvrandıran.


İstanbul...
Pembe yanaklı yârin bir buse için her eğilişinde, kollar arasından süzülen
nazlı hâli. Bir yanında davul, zurna; bir yanında keman, piyano çalınan bir
karmaşa. Varoşun şehre, şehrin varoşa ekmek adına, sonsuza değin
düğümlendiği diyar. Her matemde, her yitirişte, her açlıkta alna biraz daha
kara çalan, karaladıkça, karalandıkça büyüyen kent.


İstanbul...
İnsana süslü paketlerle değil, tüm çıplaklığıyla açlığı, acıyı, çaresizliği
sunan şehir. Ve bu şehrin pervasız küfürbazları. Küfür, tek direniş. Küfür,
tek insanca yönü hayatın. Küfür, yaşadığına tek işaret.


İstanbul...
Konuştukça konuşulan. Söylenecek sözlerin hiç tükenmediği, tükenemediği
kent; tüm mahalleyi birbirine anlatan, lafazan Melahat abla misali. Kanım
gibi, canım gibi soluduğum kent. İçinde varlığımın, bir pirenin yaşamına
denk düştüğü ülke. Bir günün diğerinden farkı, sadece giysilerimdeki
tercihim. Yiyorum, içiyorum, giyiyorum, çıkarıyorum, uyuyorum, kalkıyorum,
yürüyorum ama koşamıyorum. Ben İstanbul´da yaşıyorum.


İstanbul...
Köyden kente göçerken, ahtı vardır her bir kişinin. "Döndüğümde çok
değişeceğim, farklı olacak her şey, çok güzel olacak." Açlığını, korkularını
gizler İstanbul´a. Kimisi kan davasından kaçar, gizlenir. Şehrin, korkulanı,
kanı üstüne almadığını bilmez. Masumca gizlendiği bu diyar, sahnesi olur
kişinin. Doğaçlama oynar en büyük eserini,hayatını.


İstanbul...
Asla bir yön vermez hayatına. Yönünü şaşıranların şehridir İstanbul.
Doğrularla, insanca yaşarsan, yön vermeyecek kadar nekestir. Sen yeter ki
gururundan, insanlığından bir ödün vermeye gör; ne cömert, ne cömert! Sende bir parça insanlık kalmayıncaya dek, serer önüne tüm şaşalı nimetlerini. Yön vermiştir sana, hayatına, insanlığına.


İstanbul...
Asırlardır üzerine aldığı insanlığın yüküyle tahıl ambarına dönmüştür şehir.
Azık, açlık, dostluk, düşmanlık, gerçek, yalan... Her ne varsa acıtan,
coşturan, içinde saklı tutar, sen görmek isteyene dek.


İstanbul...
Günler günleri kovalayıp beceriksizliğin ayyuka çıktığında kalkanındır
İstanbul. "Yedi, bitirdi beni," dersin. "Aldı, hiç vermedi. Getirdi, geri
göndermeye merhameti de yok, niyeti de." Bir insanmışçasına nefret ettiğin
şehir, en önemli savunman olmuştur. İstanbul bu, işini bilir.


İstanbul bu...
Bir sever, bir terk eder. Bir kalbe binlerce sevdayı yükler. Bir yâri
öperken, diğerini okşar. Hercai kentin hercai yaşamları sahneden hiç
inmezler. Zamanla sevdayı yaşamışlıklarına ödül bile beklerler.


İstanbul...
Kiminin tutsaklığı, kiminin paşalığı, birinin nazı, diğerinin en büyük
karmaşası, bazılarının düğümü çözemediği. Kimini karaladıkça karalayan,
kimini aklaştıran. Ötedekini pervasız bir küfürbaz, beridekini hanım evladı
kılan. Birkaçını konuştukça konuşan bir lafazana çeviren, kimini ise ne
ettiğini, ne söylediğini bilmeyen bir asalağa döndüren. Bazılarının rotasına yön veren, birinin ambarı, bir başkasının kalkanı...

Ey şehr-i İstanbul, özgürlüğümün kenti.

Ey şehr-i İstanbul, hercailiğime tek kanıt.

Esaretinde özgürüm. Sen, hayatımın en önemli öğretmenisin.